”Oynamaya başlamanın ilk adımı bunu yapacak kişisel özgürlüğü hissetmektir. Oynamaya (deneyimlemeye) başlamadan bunu yapmak için kendimizi özgür hissetmeliyiz. Çevremizdeki dünyanın bir parçası olmak, ve bu dünyayı ona dokunarak, onu görerek, hissederek, tadarak ve koklayarak gerçek kılmak gereklidir. Aradığımız şey çevre ile direkt ilişki kurabilmektir. Çevre araştırılmalı, soruşturulmalı, kabul ya da reddedilmelidir. Bu deneyimlemeye bizi götüren kişisel özgürlük bize kişisel farkındalığının ve kendini ifadenin kapısını açar. Kendi kimliğimize ve kendimizi ifade etmeye duyduğumuz açlık hepimiz için temel olmakla beraber tiyatro deneyimi için de bir gereksinimdir.
Çok azımız kendimizle böyle direkt bir iletişim kurabiliriz. Çevreyle basitçe ilişki kurmaya çalışırken aramıza kabul edilmiş otoriteden iyi yorumlar alma ihtiyacı girer. Ya onaylanmama korkusu duyarız ya da dışardan gelen yorumu sorgulamadan kabul ederiz. Onaylanma/Onaylanmama kaygısının emek ve sosyal pozisyonun ve hatta çoğu zaman sevginin de yerini alarak ana düzenleyici olduğu bir kültürde kişisel özgürlüklerimiz yok olur.
Kendimizi başkalarının kapris ve isteklerine bırakarak üretken olamadan her gün sevilme isteği ve reddedilme korkusu ile salınır dururuz. Doğduğumuz günden itibaren “iyi” veya “kötü” olarak sınıflandırılmış bir şekilde (iyi bir bebek çok ağlamaz gibi) onaylanma/onaylanmama kaygısının ince ince tehditiyle o kadar haşır neşir oluruz ki yaratıcılığımız paralize olur. Başkalarının gözleriyle görüp, başkalarının burnuyla koku almaya başlarız.
Başkalarının bize nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu ve neler olduğunu söylemesini bekleme durumu bizi kişisel deneyimden alıkoyar. Bir problemle organik olarak ilişki kurma kabiliyetimizi kaybeder, tüm potansiyelimizi kullanmak yerine kopuk bir biçimde bir bütün halinde değil, kendimizin parçaları ile hareket ederiz. Kendimizdeki cevherin (töz) farkına varamayız ve başkalarının gözleri ile yaşamı sürdürmeye çalışırken kişisel kimliğimiz silinir, bedenlerimiz biçimsizleşir, doğal zarafetimiz kaybolur ve öğrenme süreci sekteye uğrar. Hem birey hem de sanat formu çarpıklaşır, yoksunlaşır ve derinlemesine anlayış ve basireti kaybetmiş oluruz.
Birçoğumuz kendimizi bu ataktan kurtarmak için güçlü kaleler inşa ederiz ve kendi içimize çekiliriz ya da ileri gidebilmek için her defasında savaşırız. Bazılarımız Onaylanma/Onaylanmama durumu ile savaşmak adına egosantrik bir ruh hali ve teşhircilik geliştirir bazılarımız ise bu savaştan yılar ve uyum sağlar. Bazılarımız ise peri masalındaki Elsa gibi”’ sonsuza dek pencereleri tıklatıp ‘Kimim ben?’ diye sorar dururuz. Tüm bu durumlarda çevre ile ilişki zarar görmüştür. Kendini keşfetme ve benzeri keşifsel girişimler körelmiştir. ‘iyi’ olmaya çalışmak ya da ‘kötü’ olmamaya çalışmak ya da ‘iyi’ olmak imkansız olduğundan hep ‘kötü’ olmaya çalışmak otorite figürlerinden onay alma kaygısı ile yaşayanlar için bir hayat biçimine dönüşür. Ve araştırma, sorunları direkt yollarla çözmeye çalışma önem sırasında ikincil olur.”
Viola Spolin’in ‘Improvisation For The Theater’ isimli kitabından Ege Maltepe tarafından çevrilmiştir.