SPOLIN DOĞAÇLAMASI ile AÇILAN KAPILAR
Mayıs sonundan Haziran sonuna kadar iki tanesi İstanbul Tiyatro Festivali dahilinde olmak üzere, toplam 6 oyunculuk atölyesi yönettikten sonra New York’a dönerken aklımda bu çalışmaların katılanlar kadar benim için de ne kadar yoğun bir deneyim olduğu vardı. İstanbul’da dolu dolu geçen bu bir ay hakkında bir gözlem yazısı yazmak istediğimi kafama yazdım. Fakat uçağımız John F. Kennedy Havaalanı’na inip, New York’un boğucu yaz sıcağı ile karşılaşınca kafamdakiler uçuşmaya başlamıştı bile… Derken önümüzdeki sonbaharda New York’da sahnelenmesi planlanan yeni projem Genius (by Chopin) in metnini bitirdim, oyuncu seçimlerine başladık, ve kafama yazdığım gözlem yazısı yavaş yavaş ‘keşke’lerin arasına girmeye başladı. Tam da bu sırada Olimpiyatlar tüm heyecanıyla başladı ve büyük etkinlik bana büyük resmi tekrar işaret etti.
Bu sabah kahveden bile evvel yüzme sonra da bisiklet yarışı ile başladı. Geçtiğimiz olimpiyatlarda 8 altın madalya alan Amerikalı yüzücü Michael Phelps hakkında yarışlardan
birinde “Michael bu stil yüzme için sadece 10 aydır çalışıyor, zorlanması normal” dedi spiker. 8 altın madalyalı olimpik yüzücü Phelps, bir stil için 10 ay çalışabildiğinde havuzda zorlanıyordu. Ardından bisiklet yarışında Kazakistanlı sporcunun galip gelişine sevinip, yenilenin de tarafını tutma içgüdüsüyle birinci olamayanlar için üzülürken bir bisikletçinin 23 yaşında olduğunu öğrendim. “Bir sonrakine yine katılır” deyiverdim hemen. Ardından söylediğimi farkedip “Sanki çok kolay bir şey bu söylediğim!” dedim kendi kendime. Dünyanın dört bir yanından en iyilerin seçilerek performanslarını sergilediği olimpiyatlar bana Spolin Atölyeleri boyunca bahsettiğimiz birçok konuyu hatırlattı. En başta, çok çalışmayı, ve yola devam etmeyi. Ben de yola devam etmek üzere, ünlü spor markasının sloganını kendime hatırlatıp “Just do it” (Sadece Yap) diyerek kendime söz verdiğim yazıyı yazmaya koyuldum.
Farkındalık
Spolin Atölyeleri Duyu Farkındalığı egzersizleri ile başlar. Beş ana duyu; Görme, Duyma, Koklama, Dokunma ve Tatma dünyayı ve olup biteni algılayıp tepki vermemize nasıl etki ediyorsa, sahnede de yarattığımız dünyanın hem bizim hem de seyirci tarafından algılanmasında en önemli etken. Örneğin bu oyun nerede geçiyor? Çehov’un Martı’sı şehirden uzak bir göl kenarında değil de tam da şehrin içinde geçseydi karakterler aynen böyle mi davranırlardı? Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı Amerika’nın bu kadar sıcak bir bölgesinde geçmeseydi olaylar bu şekilde mi cereyan ederdi? Yoksa bu yazarların bu mekanları seçip, özenle kurmalarında bir bildikleri mi var? İkinci yanıt şüphesiz daha doğru. Ben oyuncu olarak etrafımdaki bu üç boyutlu dünyaya nasıl ulaşırım sorusu bize kendi hayatımızda bu dünyanın ne kadarının farkındayız sorusunu doğuruyor. Gün içinde zihnimizden her salise yeni bir fikir, anı, görüntü, plan geçerken şu anda sürekli hareket eden ve değişen dünyanın ne kadarının farkındayız? Çünkü ancak bu ve benzeri farkındalıkları günlük hayatımıza da katarak onların bize sahnedeyken kendiliğinden ulaşıp yardım etmesine yol açabiliriz.
Duyu farkındalığının ardından duygu farkındalığı ve fiziksel farkındalık geliyor. Viola Spolin’in metodu tüm bu entelektüel açıdan yoğun konulara çok eğlenceli oyun ve egzersizlerle karşılık veriyor.
Şu anda olmak ya da olamamak bütün sorun bu!
Farkındalık kapısı açıldığında zamanla zihnimiz ‘şu an’ın içinde olmaya başlıyor.
Gün içinde zihnimizde geçmiş, gelecek ve şu an arasında gidip geliyoruz. Örneğin otobüs bekliyoruz diyelim, ve bir anımızı hatırlıyoruz, geçmişteyiz, “Niye şöyle değil de böyle demiştim” diye soruyoruz kendimize ve belki hemen ardından “Bir daha böyle bir şey olduğunda…” diye plan yapmaya başlayarak hop! gelecekte oluyoruz. Derken beklediğimiz otobüs geliyor, onun bizim otobüsümüz olduğunu belirlerken şu andayız, belki önümüzden binen bir yaşlıya yer verirken şu andayız. Otobüs içinde uygun bir yer bulup, yerleştikten sonra ta ki bizi şu ana getirecek ani bir fren, bizimle konuşmak isteyen bir yabancı gibi bir dış etken olana dek geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmeye devam ediyoruz.
Performans sanatı ise sahnedeki kişinin her an her saniye o anda orada olmasını gerektiriyor. Aynı performansı yüzlerce defa sergileseniz bile ‘rolün hakkını vermek’ her an o rolle, partnerinizle, seyirciyle beraber nefes almak demek. Peki, hayatımızın yüzde 90’ını zihnimiz içinde salınarak geçiriyorsak sahneye çıktığımızda nasıl birdenbire her an orada olabiliriz?
Doğru bir yönlendirme ile sürdürülen doğaçlama eğitimi oyuncuyu her an şu anda orada olmaya zorlar. Doğaçlama beklenmedik şekilde ortaya çıkan demek ise kovalanan şey spontane anlardır.
“Spontane anların yarattığı patlama bizi, süregelmiş kaynakların çerçevelerinin, geçmişe boğulmuş bilgilerin, özümsenmemiş teorilerin, başka insanların buluşlarının yarattığı ağırlıktan kurtarıp, özgürleştirir. Bu kendiliğinden oluş anlarında gerçekle yüz yüze kalıp, onu görüp, inceleyerek ona göre harekete geçecek kişisel özgürlüğe kavuşuruz. Bu gerçeklikte bize ait olan her şey organik bir bütün olarak iş görür. İşte o an keşfetme, deneyimleme, yaratıcı ifade anıdır.” Viola Spolin.
Spontane anlara ulaşabilmek için oyuncu kafasının içinden çıkmalı ve kendini oyuna bırakmalıdır. Spolin bunun için ısınma oyunları kullanıyor, boşlukla oynama, boşluğa, bir nevi bilinmeyene güvenmekten bahsediyor. Bahsetmekle kalmayıp egzersizleriyle oyuncuya bu anları deneyimlemesi için olanak sağlıyor.
Çalıştığım grupların karakterine, katılımcıların geçmişlerine de bağlı olarak bazı çalışmalarda uzun uzun bu konudan bahsediyoruz. Şu anda burada olabilmenin beraberinde getirdiği en önemli şeylerden biri de sürecin farkına varıp değerini bilebilmek.
Sonuçların peşinde koşmak
İçine doğduğumuz sistem bizden sürekli olarak sonuçlar beklemek üzerine kurulu. İyi notlar almalısın, mezun olmalısın, diploma almalısın, üniversite sınavını kazanmalı, tekrar bir diploma almalısın, yüksek lisans yapmalı bir diploma daha almalısın, artık evlenmelisin, çocuk sahibi olmalısın ve bir de ev almalısın… Bitmeyen bir listenin peşinde birçoğumuza gerçekte ne yapmak istediği sorulmaksızın gelişen bir nesiliz. Bize sonuçlar peşinde koşmayı öğreten sistem bunu yaparken sürecin değerini hiçe sayabiliyor. Ama sanatla uğraşan bizler için sürecin farkına varmak en değerli şeydir. Yaratım süreci içinde başımıza gelenler, aldığımız dersler, keşfettiklerimiz sürecin sonundan kazanacağımız başarıdan çok daha kıymetli. Bana kalırsa sanatta en büyük başarı yola devam etme gücüne sahip olmak ve kurcalamaya, öğrenmeye, yaratmaya devam etmek.
‘‘Oscar aldığım gece, hayatımdaki en kötü gecelerden biriydi”
Bu konuda iyi bir örnek olacağına inandığım bir anıyı aktaracağım. Hocam Mike Nichols ile bir sohbet sırasında Philip Seymour Hoffman anlatmıştı. ‘‘Oscar aldığım gece, hayatımdaki en kötü gecelerden biriydi” diye başladı. “Her şeyden evvel, adaylığım açıklanır açıklanmaz annem, kız arkadaşım yerine onu törene götürmem için ısrar etmeye başladı. Allahtan, erkek kardeşim annemi götürmeyi teklif edip beni kurtardı. Törende ismim açıklandı, çıkıp hazırladığım konuşmayı yapıp, konuşmamın çoğunda annemden bahsedip, müzik çalmaya başladığımda kız arkadaşımdan bahsetmeyi unuttuğumu fark edip kendi kendime ‘Eyvah!’ dedim. Uzun lafın kısası tüm gece bu gerginlikle geçti. Ardından üzerinden biraz zaman geçince düşündüm ‘Ben bir oyuncunun hayal edeceği en büyük ödülü aldım ve mutlu olamadım, acaba ben bu işi neden yapıyorum?’ diye. Sonra aklıma oyunculuk okulunun ilk sınıfından sonra oynadığımız bir sahne geldi. Sırça Kümes oyununda Jim’i oynuyordum ve sahne bittiğinde gerçekten iyi bir iş çıkardığımı hissetmiştim ve çok mutlu olmuştum. ‘İşte’ dedim kendi kendime ‘Ben o an için bu işi yapmaya devam ediyorum, bir gün Oscar alma hayali için değil.’ Siz de, şu anda mezun oluyorsunuz, sanmayın ki bir gün gelecek, şu ödülü alacaksınız ve işte o zaman çok mutlu olacaksınız. Buralarda geçirdiğiniz anlar en mutlu anlarınız ve siz aslında bu anlar için bu işi tercih ettiniz”
Başarılı olma isteği bizi sonuçlara doğru koşmaya zorluyor. Bu koşu içinde çoğu zaman burnumuzun ucunda duran anahtarları görmeden kapılara koşuyoruz ve maalesef birçoğumuz tosluyoruz bu kapılara. Beklentilerimiz o kadar geniş ki bizi hep gelecek zamanda tutuyorlar, şu an gözümüzün önünde olan biteni göremeyip o hayali geleceği istemeye devam ediyoruz. O geleceğe ulaşmak için gereken şeyler bir bir önümüzde sıralanırken biz birden oraya atlama hayaliyle vakit kaybediyoruz. New York’ta oyuncu ve ses koçluğu yapan arkadaşlarımla sohbetlerimizde hepimizin hemfikir olduğu bir sorun da tam da bu konuyla ilgili.
Genç oyuncular reçete istiyor
Yüzyılımızın en güzel özelliği bilgiye çok çabuk ulaşabilmek. Bilgiye ulaşma ve bilgiyi paylaşma hızı ve özgürlüğü bir sonraki neslin alışkanlıklarını ve dünyaya bakışını değiştiriyor. Bence değişim iyi yönde. Fakat bu hız aynı zamanda yüzyılımızın bir hastalığını da beraberinde getiriyor. Soruların yanıtlarına hızla ulaşma arzusu kafa karıştırıcı olabiliyor, özellikle de sanatla uğraşanlar için. Çünkü sanatta çoğu zaman bir sorunun tek bir yanıtı yok, hatta sorular bile belirsiz. Sanatı sanat yapan şeylerden biri de bu görecelilik, belirsizlik hali, bunun içinde sanatçılar yollarını arar ve yollarını kendi elleri, kendi işleri ile açarlar.
Özellikle nispeten az deneyimli oyuncular, sonuca ulaşmak için reçete isteyen bir ruh haliyle atölyelere katılıyorlar. Yani New York’tan gelen Spolin gurusu onlara öyle bir formül verecek ki uyguladıklarında büyük sırra erecekler! Atölye çalışmaları boyunca neredeyse reçete vermek kadar açık ve net yapılan egzersizleri bile bazen göremeyebiliyorlar. Gözlerine inen bu perde bu büyük sırra ulaşma arzusundan kaynaklanıyor. New York’ta ses koçluğu yapan arkadaşlarımdan Paul Valley sohbetlerimizden birinde “Bazıları benim odaya girip sihir yapmamı bekliyor. Bu sihirli bir şey değil, bu bir zanaat, bu egzersizleri tekrar tekrar tekrar yaparak tekniğini geliştirmek zorundasın.” demişti.
Oyunculuk tekniği ne öğretilen, ne de öğrenilen, fakat geliştirilen bir şey. Bu işi yapmaya heveslenen herkesin kendi içinde hissettiği bir yetenek, bir öz var. Büyük bir fiziksel engelleri de yoksa bedenleri ve sesleri de emirlerine amade! Bu işi profesyonel olarak yapmayı seçtiğinizde de sizden beklenen bu özü yoğurarak, işlemeniz. Böylece birtakım standartlara sahip olmanız. Ve iyi oyuncu olabilmek için bu standartları koruyup sürekli yükseltebilmeniz. Oyunculuk Tekniği egzersizleri burada devreye giriyor. Sıfırdan başlayan bir oyuncuyu işlemek ve profesyonel bir oyuncuyu ileri seviyelere taşımak için farklı oyunculuk/ses/beden teknikleri önünüze çeşitler sunuyor. Fakat şunun da altını çizmek gerekir ki, oyunculuk teknikleri oyunculara kısa yollar sunmak için yaratılmış egzersizler bütünü değiller. Oyunculuk Teknikleri oyuncuya yol gösterir, önlerine bir harita koyar. Özellikle Spolin Tekniği’ni diğer tekniklerden ayıran özelliklerden biri de basamak basamak oyuncuyu ilerletmesidir. Fakat hiçbir oyuncu bir egzersizi bir defa deneyince bir bilgiye ulaşmayı beklememeli. Teknik sabırla, adım adım geliştirilecek ve ilmek ilmek işlenecek bir şey.
İşte burada bilginin bilgeliğe dönüşmesi konusu devreye giriyor. Kaçımız bu bilgi çağında bilgiye sadece ona sahip olmak için ulaşıyoruz ve kaçımız o bilgiyi gerçekten kullanmak için arıyoruz? Bilgiye ulaşmak çok önemli, fakat o bilgiyi özümseyip ardından kullanabilmek ve dönüştürebilmek daha da önemli. Çünkü bilgili olmak bilge olmak anlamına gelmiyor. Bir önceki konuya dönecek olursak, acaba bu bilgiye ulaşma isteği sonuçlar peşinde koşma içgüdüsünden mi geliyor? Yani formülü alıp cebe koyup rahatlamak mı istiyoruz? Burada kötü haberi hemen vermek gerekiyor, tarih boyunca birçok sanatçı rahatlayamadığından, rahat duramadığından, rahatsız olduğundan bizlerin bugün takip ettiğimiz işleri üretti. Yaratıcılık özünde rahatsız bir durum. Çünkü sürekli devam eden bir arayış halinden bahsediyoruz, hep süreçte olup sonuçlara çok sonra ulaşmaktan. Ya da tüm minik sonuçları büyük bir sürecin ilmekleri gibi görebilmekten. Viola Spolin’in oğlu, yönetmen Paul Sills yönettiği oyunların prömiyerlerine bile gitmezmiş. “Paul sonuçlardan nefret ederdi” demişti bir gün Mike Nichols. Bir oyun çıktığı gün bir sonraki projesi için çalışmaya başlarmış.
Onaylanma/Onaylanmama kaygısı
“Başarı/başarısızlık, onaylanma/onaylanmama kaygısının yan ürünüdür. Başarılı olmaya çalışmak ya da başarısızlığı kabullenmek bizi kurutur.” Viola Spolin
Onaylanma/Onaylanmama kaygısı ve eğitimde öğrenci/öğretmen ilişkisi konusundaki çarpıcı fikirleriyle çığır açan Viola Spolin’in bakışı 2012’de bile bizlere aykırı gelebiliyor. Öğretmeni oyunlardaki partnerlerden birine dönüştüren Spolin sınıf içindeki otorite fikrini kırarak öğrencilerin özgürleşmesini sağlıyor. Hocanızın sizin oyunculuğunuzu beğenmesi için uğraşmadığınız anlar herhalde kendinizi sahnede en özgür hissettiğiniz anlardır. İşte o anlarda öğrencilikten çıkıp oyuncu olmaya başlarsınız. Dört yıldır süren Spolin Atölyeleri boyunca hakkımda duyduğum en güzel eleştirilerden biri katılımcıların beni otorite olarak görmemelerini sağlayacak kadar otorite olduğumu düşündüklerini söylemeleriydi. Hem başlangıç seviyesi hem de ikinci seviye çalışmalara katılanlardan biri “Hiç hoca gibi değilsin, hiçbirimiz kendimizi sana beğendirmeye çalışmadık burada. Bu beni çok rahatlattı” dedi. Bu da beni çok mutlu etti.
Onaylanma/Onaylanmama kaygısı hakkında Viola Spolin şunları ekliyor:
“Oynamaya başlamanın ilk adımı bunu yapacak kişisel özgürlüğü hissetmektir. Oynamaya (deneyimlemeye) başlamadan bunu yapmak için kendimizi özgür hissetmeliyiz. Bu deneyimlemeye bizi götüren kişisel özgürlük bize kişisel farkındalığının ve kendini ifadenin kapısını açar. Kendi kimliğimize ve kendimizi ifade etmeye duyduğumuz açlık hepimiz için temel olmakla beraber tiyatro deneyimi için de bir gereksinimdir. Çok azımız kendimizle böyle direkt bir iletişim kurabiliriz. Çevreyle basitçe ilişki kurmaya çalışırken aramıza kabul edilmiş otoriteden iyi yorumlar alma ihtiyacı girer. Ya onaylanmama korkusu duyarız ya da dışarıdan gelen yorumu sorgulamadan kabul ederiz. Onaylanma/Onaylanmama kaygısının emek ve sosyal pozisyonun ve hatta çoğu zaman sevginin de yerini alarak ana düzenleyici olduğu bir kültürde kişisel özgürlüklerimiz yok olur.’’
Spolin Atölyeleri’ne ilk başladığımız 2009’dan bu yana, periyodik olarak biraz korkuyla kapıdan giren, bazen kendiliğinden tepkili bir tonla konuşan, bazen gereksiz şeyleri üzerine alınan katılımcılarla karşılaşıyorum. Birkaç günün sonunda hemen hemen hepsinin daha önce katıldıkları atölyelerde ya da okullarda hocalarından sert eleştiriler almış, sert eleştirilerin ötesinde dışlanmış genç oyuncular oldukları ortaya çıkıyor. Bu oyuncuların bazen sahneye çıktıklarında sanki yarım gözle seyirciyi izlediklerini de gözlemliyorum, bazıları üçüncü gözleri ile kendilerini izliyorlar. Kafalarında daha önce onlara söylenen cevapları sıralıyorlar, yani geçmişi bırakıp bir türlü şu ana gelemiyorlar. Bu durumdaki bir oyuncunun yaratıcı deneyim sürecine geçmesi oldukça uzun zaman alıyor. Çünkü önce silahlarını bir kenara bırakacak güveni hissedebilmeleri gerekiyor. Bu güveni bazen 7 günlük bir çalışmanın son gününde bile bulabiliyorlar. Derken bir değerlendirme sırasında öyle bir açılma, ya da egzersiz sırasında öyle bir şey oluyor ki, ben içimden bir sevinç çığlığı atarak bundan sonraki gelişmelerini takip etmeye başlıyorum.
Ben ve sanatçı ben arasında bir fark mı?
Performans sanatına dair hiçbir şey okunarak öğrenilmez.
Farkındalık, şu anda burada olmak, onaylanma/onaylanmama kaygısı, sürecin değerini bilmek gibi konular sanki oyunculuk konularından çok kişisel gelişim ile ilgili kavramlar olarak duyuluyor. Ben de okuldayken George Morrison’un Metod oyunculuk merkezli bazı derslerini terapiye benzeterek önce yadırgamıştım. Fakat George, “Bir oyuncu kendi duygu dünyasını kullanabilmek istiyorsa, önce o dünyayı çözmesi gerekir.” diyordu. George ile çalışmaya devam ettikte Gene Hackman’ın neden sekiz yıl boyunca onunla çalıştığını daha iyi anladım. Bedenini kullanmak isteyen bir sporcu ya da dansçının genç yaştan itibaren bedenini çalıştırması, esnetmesi, güçlendirmesi gibi bizim de oyuncular olarak kendimizle ilgilenmemiz gerekli ve bu kısa sürelerde elde edilebilecek bir gelişim değil. Bu adımları attıkça sanatçı ben ve her zamanki ben arasındaki fark azalacak. İşte o zaman kişisel ifadenin kapıları açılacak. Bu yolla aktörcükler olmaktan çıkıp sanatçılar olmaya başlayacağız. Oyunculuğun zorluğu da burada yatıyor, yoksa okuma bilen ve taklit yeteneği olan herkes büyük oyuncu olabilirdi. Fakat her yüzme bilen Michael Phelps olamadığı gibi, eline aldığı teksti anlamlı bir şekilde okuyabilen herkes de iyi oyuncu olamıyor.
Doğaçlama
Tiyatronun iletişimle en alakalı sanat dalı olduğunu düşünüyorum. İçinde söz var, hareket var, başka insanlarla çalışmak, beraberce sorunları çözmek ve hikaye anlatmak var. Doğaçlama kişinin sezgilerinin kapısını aralayarak başkalarıyla beraber girdiği bir serüven; Viola Spolin’in deyişiyle oyuncunun ‘takip edeni takip ettiği’ bir ruh hali. Sürekli lider olmayı, ya da sürekli takip eden olmayı bir kenara bırakıp, zihnin planlarını susturup, boşluğun ortasında oyun arkadaşlarınla girdiğin bir yaratım süreci. Bir an sonra ne olacağını bilmeden, bir hazırlık/plan yapmadan bilinmeyene daldığın bir süreç bu.
Doğaçlama ne komik olmak demek, ne enteresan bir şey yapmak ne de zihinde kurulmuş bir planı takip etmek demek. Doğaçlama şu an olup bitene ‘Evet’ diyerek, kendini ve oyunu dönüşüme açmak demek. Bu dönüşüm ve bilinmeyen içinde kendini bulmak ve gerçek potansiyelini keşfetmek ise an meselesi. Kendinizi bulduktan sonra Philip Seymour Hoffmann’ın bahsettiği bu işi neden yapıyorum sorusu ise sizi çok gerilere götürebilir ve belki de ilk günlerde duyduğunuz mutluluğa ve hafifliğe geri dönebilirsiniz. Spolin oyunları ile buraya dönüşünüz garanti, en azından bunu açıkça söyleyebilirim.
Doğaçlamanın bir oyuncuya katacakları saymakla bitmez. Esneklik, rahatlık, şu anda olabilmek, spontane anları yakalayabilmek, grup uyumu, kendini ifade bunlardan sadece birkaçı. Şimdiye kadar yönettiğim çalışmalara katılan herkes kendine göre bir sürü çıkarımlar yaptı.
Spolin-ist’in çalışmaları oyuncu olmayanlara da açık ve şimdiye kadar farklı meslek gruplarından doğaçlamaya ilgi duyan, yaratıcılığını geliştirmek isteyen birçok kişi katıldı. Viola Spolin’in metodu Yaratıcı Drama’yı, Sezgisel Eğitim Sistemlerini de etkilemiş. Başlangıç seviyesi atölyelerinin ardından ileri seviye çalışmalarla devam edecek katılımcılar arasından bir performans grubu oluşturup deneyimlerimizi yakın zamanda seyirci karşısına da çıkarmayı hedefliyoruz.
Gelecek çalışmalarda karşılaşmak umuduyla!
31 Temmuz 2012, New York